HAVLAYAN ŞEMSİYE




HAVLAYAN ŞEMSİYE


Zehra AKKAYA



   Sıradan bir mesai günü başlıyor, her günkü gibi anahtarı çevirerek açtığım kapıdan içeri giriyorum. Mesleğe ilk başladığım günü düşünüyorum da sırf memuriyeti kazandım diye, bu işe başladım. Oysa öğrenciyken harçlığımı çıkarmak için çalıştığım, çiçekçide ömrümün sonuna kadar kalacakmışım gibi, çiçeklerin rengârenk dünyasından gökyüzüne baktığımda, uzayın bütün sırları önüme serilecekmiş gibi hissederdim. Güneş çıkınca onlarla beraber açar, yağmur yağınca, onlarla beraber ıslanırdım. Belki bir gün gene o kadar mutlu olurum, annesini hiç kırmamış pek nadir evlatlardandım muhtemelen. “Ah kızım kardeşlerin beceremedi, sen bari memur ol, güldür şu annenin yüzünü yoksa ölünce gözüm açık gideceğim” dediği gün çiçekçi olmaya karar vermiştim. Şimdi düşünüyorum da; o gün işe giderken sokağın başında durup seyrettiğim dükkânı, yanımda bana doğru havlayan şemsiyeyi, çiçekçiler sokağında -yirmi üç nisan çocukları gibi şen- gelin arabası süsleyen gençleri, unutmak en iyisiydi belki. Ama köpeğinin adını neden şemsiye koydun diye sorduğumda Ahmet abinin verdiği cevabı hiç unutmak istemem “buralara çok yağmur yağıyor”.

   Yine de işe başladığım günü de unutamam, daha ilk hasta kapıdan girerken “ışıkları kapatalım migrenim azıyor” diye şikâyet etmiş, tam otururken doktor bey “neyiniz var” diye sorunca, kadın “basurum çok kötü ”demişti. Bunu duyunca attı-ğım kahkaha hala kulaklarımda, doktor bey bana yan yan bakmış, kadına “burası nöroloji hanım” demişti. O günden sonra insanlarda, olaylarda, benim için tamamen sıradanlaştı, sanki memuriyetim altmış yaşına kadar yürüyeceğim, penceresiz uzun ve dar bir koridor oldu.

   Şimdi hafta sonları sırf nostalji olsun diye, kömür ateşi karşısında ısınmak için aldığımız bağ evinde çocuklar sobanın üzerinde kestane pişirip, şen kahkahalarıyla evi dolduruyor. Çok sevdiğim eşim arkadaşlarıyla sohbet ediyor, sahi çok seviyor muydum onu, yoksa sadece doktor diye mi evlenmiştim hatırlamıyorum. Selim’ in bana evlenme teklif ettiğini duyunca annem çok sevinmiş, benim daha onu isteyip istemediğime karar vermediğimi söylemem sonuçsuz kalmıştı, annem “oh ne güzel evlenince işi de bırakırsın” demişti. Belki sırf anneme inat işi bırakmayacağımı kanıtlamak için evlenmiştim. Nikâh masasında ben ne yapıyorum diye düşünürken annemin karşıdan gözlerini bana dikmiş “evet evet” dediğini hala görüyorum, ben imzayı atınca o kadar derin bir oh çekmişti ki, ”şimdi ölebilirim” dediğini duydum sandım.

   Kucağıma bir çocuk konduğu zaman, ismi Çiçek olmalıydı, tabi annemin bunun için de bir planı vardı. Ben savaşmalıydım ama nasılsa hep o galip gelecekti. Ve böylece Çiçeğimin yanına bir de Muazzez takıldı. Diğer çocukların isimlerine yetişemedi. Bir kış günü yorgan gibi kaldırıp büyülü beyazlığı, annemi koyduk yeni yatağına. Neden ömrüm boyunca, benim hayatımı yaşamış bir kadın için, en çok ben ağlıyordum. Cenazesinde neden kardeşlerim beni teselli ediyordu. Ölen onların annesi değil miydi?

   Birkaç zaman gerçekten hayat onunla güzeldi, hayatım boyunca annem olmasa nasıl yaşarım, neler yaparım diye düşünmüştüm. İlk işim çalışma hayatına ücretsiz izinle ara vermek oldu. Selim üzgün olduğum için doğru karar veremediğimi söylemese, istifa ederdim büyük ihtimalle. Ondan kalan her şeyi değiştiriyorum, hayatımda ilk defa kendim karar veriyor ve uyguluyorum, bütün bu güzel ve mutlu zamanlarda alıyorum hasta oldu-ğumun haberini.

   Hayatım boyunca, içimde yanan alevlere hep annem su serpmiş, şimdi anlayabiliyorum. Sulu göz olduğum okul günlerinde ona sığınışımı, babam öldüğünde, kendi acısını bir kenara bırakıp, beni teselli edişini, ilk aşkın acısını onun dizinde unutuşumu, kararsızlıklarıma yol çizişini, tahtını yaptığı kızının bahtını da güzelleştirmek için didinmesini hatırlıyorum. Hastayım, gönlüm yalnızca onun tesellisini istiyor, avunmak istiyorum avuçlarında. Belki de hayatı onun bıraktığı yerden yaşamaya devam etmeli...