A Kalemler - Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi

Dergi Sayılarımız
epazardanal

KÖRLÜK


KÖRLÜK



Melike Alpaslan ÇELİK




“Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.”





   1998 Nobel ödüllü Portekiz yazar José Saramago’nun en bilinen kitabı olan “Körlük” hiç şüphesiz yaşadığımız çağı yansıtan en güzel distopik eserlerden biri. 1995 yılında kaleme alınan kitap Işık Ergüden tarafından dilimize çevrilmiş ve Kırmızı Kedi Yayınları tarafından ilk baskısı 2017 yılında yapılmıştır.

   Kitap, arabası ile yeşil ışığın yanmasını beklerken birden bire beyaz bir körlüğe saplanan adamın yaşadığı şok ve zorluklarla başlar. Kısa sürede bu körlüğün bulaşıcı olduğu anlaşılır ve körlerle kör olması beklenenler hükümet tarafından eski bir akıl hastanesine kapatılarak karantina altına alınır. Akıl hastanesindekilerin her öğün kendileri için kapıya bırakılan yemeklerden başka dış dünya ile hiçbir bağları bulunmamaktadır. Kısa sürede -doktorun karısı hariç- akıl hastanesindeki herkes kör olur. Dışarıdan gelen diğer körlerle hapishane görev yapan hastanenin kapasitesi fazlasıyla dolar. Burada artık düzensizlik hâkimdir. Elindeki gücü kötüye kullanan bir grup kör diğerlerini aşağılar, yemeklerine el koyar ve hatta kadınlara tecavüz eder. Ezilenler ise sayıca çok daha fazla olmalarına rağmen ölüm korkusu ile tüm bu zulme boyun eğerler.

   Kafka’nın romanlarında yansıttığı korku çağı bu kitapta adeta resmedilmiştir. Saramago’nun büyülü gerçeklik akımı ile oluşturduğu akıcı ve etkileyici üslubu sayesinde korku ve çaresizlik içindeki insanların çırpınışlarına ve hayvanileşmelerine yakından şahit oluruz ve gördüklerimiz bizi o kadar çok etkiler ki tıpkı doktorun karısı gibi kör olmayı bütün bunları görmeye yeğleriz. Saramago’nun birbiri ardına virgülle devam eden uzun cümleler kullandığı anlatım tekniği hikâyeden kopmadan heyecanın sürüklenmesini sağlamaktadır. Kitapta nokta ve virgül dışında başka bir noktalama işareti kullanılmaması yazarın kendine özgü yazım tarzını ortaya koymaktadır. Saramago’nun bir diğer farklı tekniği ise adı olmayan kahramanlarıdır. Tüm kitap boyunca nasıl ki olaylar adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde geçiyorsa, kahramanların da adlarını bilmeyiz. Öyle ki kendileri de birbirlerinin adlarını bilmezler, kör olduktan sonra ada ne gerek vardır ki? Yazar kahramanlarını doktorun karısı, koyu renk gözlüklü genç kız, ilk kör, gözü siyah bantlı yaşlı adam gibi betimlemelerle tanımlayarak anlatımını sürdürür. Bu durum okuyucunun aklında bir sürü isim tutarak metni anlamasını zorlaştırmak yerine anlatımı daha anlaşılır ve akışkan hale getirmesine rağmen kitabı Gregor Samsa, Josef K. ya da Raskolnikov gibi romanla özdeşleşen ve ironik bir anlam taşıyan bir roman kahramanından mahrum bırakır.

   Saramago’nun amacı ülkede körlük salgını olsa insanların durumu ne olurdu, bizi nasıl bir dünya beklerdi sorusunun cevabını vermek değildir elbette. İronik bir edebiyat dili kullanarak alt metinde, yaşadığımız çağda insanların görebildikleri halde ne kadar da kör olduklarının altını çizmek ister yazar. Yaşanılan körlüğün beyaz olmasının sebebi de budur, bakan ama görmeyen bir toplumun yozlaşmasını simgeler. İnsanların kendilerinden başkalarının acılarının hiçbir öneminin olmadığı bir dünyada kör olanların ötekileştirilerek bir akıl hastanesine kapatılıp ölüme terk edilmeleri yaşadığımız çağda yapılan tüm ötekileştirmeleri sorgulatır insana. Öte yandan ülkedeki herkes kör olurken yalnızca doktorun karısının görebiliyor olması toplum içerisinde yer alan suskun aydınlara atıfta bulunmak içindir. Doktorun karısı, körlerin kölesi olmamak için kör olmadığını saklar ve tıpkı toplum içinde kendi çıkarları zarar görmesin diye elini taşın altına koymak istemeyip üç maymunu oynayan aydınlar gibi davranır. Herkes kör olduğunda ise körlerin yardımcısı yine körler olur ve cahille yatan cahil olur hesabı ülkenin durumu daha da yaşanmaz bir hal alır.

   Kitapta sorgulanan bir başka durum ise insanların olaylar karşısında bazen hiç olmadıkları davranışları yapmak zorunda kalmalarıdır. Bu durum karşısında doktorun karısı “Belki de ben körlerin en körüyüm, insan öldürdüm çünkü ve gerekirse tekrar öldürürüm.” der. Yazar bir taraftan insanları yaşadıkları koşulların dışında yalnızca davranışları ile sorgulamanın ne kadar hatalı olduğu düşündürürken diğer taraftan da insanın salt iyi ve kötü olmadığını, içinde her ikisinin de var olduğunu ve olaylar karşısında bazen çok kötü işler de yapabileceğini gösterir. Doktorun karısının yakın çevresindeki körler için yaptığı fedakârlıklar ise, bir kişinin bile elinden geleni yapmasının topluma nasıl bir düzen ve iyilik getireceğini okuyucuya fark ettirir.

   Kitapta, ülkedeki bütün insanlar kör olunca tüm sistemler çöker, yiyecek ve temiz su bulmak imkânsız hale gelir. İnsanların çöpleri, dışkıları ve hatta sokak ortalarında kalan cesetler hayatı yaşanmaz hale getirir. İnsanın doğaya hükmederek kurduğu kapital sistem gün gelir insana doğa karşısındaki aczini bir tokat gibi yüzüne çarpar. İnsanlar bilir ki yine de tek kurtuluş doğadadır; bu sebeple meyve dolu ağaçların, şehir dışında yer alan geniş ve temiz yeşil alanların hayalini kurarlar.

   Kitabın sonlarına doğru doktorun karısının kilisedeki tüm resim ve heykellerin gözlerinin beyaz boya ile kapatıldığını görmesi ise din ve toplum ilişkisini sorgulamamızı sağlar. Din adamlarının toplumun sorunlarını göz ardı ederek kendi çıkarları için kör taklidi yapmaları toplumu daha büyük bir felakete sürüklemektedir. Diğer yandan, körlerin kilisedeki heykel ve resimlerin gözlerinin beyaz boya ile kapalı olduğunu öğrenmeleri sonucunda yaşadıkları büyük panik ise hiç şüphesiz insanların körü körüne olan inançlarına atıfta bulunmak içindir.

   Eserlerin ilham kaynakları her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Saramago, körlük fikrinin aklına nasıl geldiği ve bunun bir romana dönüşme sürecini şu şekilde anlatır: “Bu körlük fikrinin ortaya çıkışı çok basit aslında. Bir lokantada oturuyordum, ne yiyeceğime karar vermiştim ve bekliyordum. Bir anda kafamda bir soru oluştu: Ya hepimiz kör olsaydık, dedim. Hemen kendi kendime cevabı da buldum, zaten körüz dedim. O roman öyle doğdu. Hepimiz körmüşüz, sağduyumuz kalmamış gibi davranıyoruz. İnsanlar zeki olmaya tahammül edemiyorlar. İnsanlığın ilk dönemlerinde zekâyı keşfettiklerinde bile zekâya tahammül edemediler. Onun için de delirdiler. Hâlen de o delilik sürüyor. İnsan dediğimiz yaratık akıl hastasıdır. Eğer öyle olmasaydı, dünya şu anki durumda olmazdı. Bu dünya düzenini ortaya çıkaran, herhalde aklı başında bir ruh hali değildir. Mesela egoizmi düşünelim, hırsı, batıl inançları düşünelim. İşte bütün bunları düşündüğümde insanoğlu akıl hastası bir yaratıktır, diyebiliyorum. Bir de şöyle bir şey var: Biz mantığımızı mantıklı olanın karşısında kullanıyoruz. Hayata karşı kullanıyoruz. Biz hayatı hak etmiyoruz esasında. Sonuç felaket, felakete kadar gider bu iş. Hiçbir iyileşme ümidi görmüyorum. Orada, burada bazı ilerlemeler kaydedilebilir. Ama hayata yeni bir anlam kazandırma konusunda hiçbir emare yok. Bir de öylesine zıtlıklar var ki, insanın gelecekten ümitli olası gelmiyor.”

   Yazarın geleceğe dair ümitsizliklerine rağmen kitap ümitle son bulur. İnsanlar yaşadıkları felaketten ders alıyorlar mı onu bilmiyoruz ama belki bu sorunun yanıtını Körlük kitabının devam niteliğinde olan Görmek’te bulabiliriz.