A Kalemler - Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi

Dergi Sayılarımız
epazardanal

HAYAL


HAYAL



Fatma DAĞLI




   Valizini toplamaya ara vererek doğruldu ve yavaşça pencereye doğru ilerledi. Uzun servi ağaçlarının gölgelediği bahçede dolaştıktan sonra sessizliğini paylaşan banka sabitlendi bakışları. İçi buruk, boğazında koca bir yumru.

   Hayal, iki adım gerisinde duran, karanlığın gölgelediği yüzüyle cansız bir mankeni andıran adama çevirdi bakışlarını:
  
 “Demek buraya nasıl geldiğimi çok merak ediyorsun?” dedi. Bir süre sessiz kaldılar.

   Düşünceleri geçmişin karanlık dehlizlerinde yolculuğa çıkarken hüzünlü bir fısıltı sızdı Hayal’in dudaklarından.

   “Anlatayım o zaman…”


   “Hatırlıyor musun bilmem? Uzunca bir iş seyahatine çıkacağını söylemiştin koruluktaki kır kahvesinde. Ellerini masanın üstünde birleştir-miş, başparmaklarını huzursuzca birbirine do-kunduruyordun. Sandalyenin ucuna doğru kaydırmıştın bedenini. Gözlerin, akreple yelkovan-dan medet umarcasına saatine odaklanmıştı.

   “Neyin var?” diye sorduğumda cevap vermemiştin. Yüzünde kül rengi bulutlar dolaşıyordu. Gözlerini gözlerimden kaçırıyordun. Endişe sarmaşık dalları gibi tepeden tırnağa sarmıştı bedenimi. Uzanıp ellerini tuttum, terlemişlerdi. Düşündüğümden daha büyük bir yara alacağımı o an anlamıştım aslında.

   Telefonuna bakma bahanesiyle ustaca sıyrılmıştın avuçlarımdan. Karşımda oturan, elimi uzatacak kadar yakın, ufuklar kadar uzak olan bu sen “sen” olamazdın. Kayıtsız davranışlarının yarattığı hayal kırıklığından sıyrılıp derin nefesler alarak sakinliğimi korumaya çalışıyordum. Titreyen sesimle:

   “Korkutma beni ne olur, kötü bir şey mi oldu?” diye sorarken bin yıl yaşlandığımı hatırlı-yorum. Deseydin ki ‘zordayım’, şahmeran misali ömrümü feda etmeye hazırdım uğrunda. Yazık ki gözlerin gözlerime değdiğinde, bir zamanlar gözbebeklerinde titreşen sevgimizin, kör kuyularda sönen ışıklar gibi yavaş yavaş kayboluşunu izledim kederle. İzledim de inanmak istemedim gördüklerime.

   “Zaman, sadece birazcık zaman” demiştin buz gibi bir ses tonuyla. Nefesimi tıkayan bu yumru işte o an oturmuştu boğazıma.

   “Zaman? Nasıl yani, ne için?” diye fısıldamıştım dehşet içinde.

   Susuyordun.

   Ürkütücü bir sessizliğin içinde en yüksekten düşüyor, un ufak oluyordum. Kırıklarımı toplayıp yeniden birleştirmeye çalışıyordum el yordamıyla, aklımın katran karanlığında. Üzmemek için seni, zihnime üşüşen binlerce soruyu susturu-yordum. İçime içime ağlayan gözlerimi kaçırıyordum senden. ‘Umudun’ yanılmamak için yenilmeyi göze alanları tutunduğu anılara tutsak eden, zalim, biraz da hain olan yüzüyle tanışmış-tım. Bir yanım kalkıp ardıma bakmadan gitmemi söylerken, bir yanım eteklerimden çekiştiriyor ve oturduğum yere beni adeta çiviliyordu. Birdenbire:

   “Pekiyi, yıldönümünde, tam burada buluşalım” deyivermiştim. Sense başını sallamakla yetinmiştin sadece.

   “Sonra, sonra kalbime batan hayal kırıklarının acısıyla koşar adımlarla uzaklaşmıştım oradan.”

   Hayal, nemli bakışlarını artık adını bile hatırlayamadığı adamın yüzüne tokat gibi yapıştırdı.

   “Başını öne eğdiğine göre hatırlıyorsun olanları.” derken kolundan tutarak komodine doğru çekiştirmeye başladı onu. Henüz valize yerleştirmediği günlüğünü çekmeceden aldı ve yatağın kenarına ilişti usulca. Acı ve umutlarını paylaşmak için her eline aldığında gözyaşlarının konuştuğu, kaleminin sustuğu bu defterin buru-şuk bir sayfasını işaret ederek:

    “Buradan sonrasını beyaz perdeden izleyelim” dedi.

   Sihirli bir küreyi andıran günlüğün yaprakları arasından beliriverdi Hayal’in hüzünlü görüntüsü.

   Aylardır beklediği günün gecesi aydınlığa gömülmek üzere. Gözlerinden damlamamak için direnen yaşlarla dinliyor yine yalnızlığın ürküten ninnisini. Bunca zaman nasıl dayandı, içindeki yangınla küle dönmeden nasıl yaşadı bilinmez.

   Bulutlar pusuda. Sabah olduğunu geç fark ediyor. Yavaşça doğruluyor yataktan. Uykusuz gözleri çöl misali… Göz kapaklarını kırpıştırmasıyla birlikte -feri sönmüş bakışlarını canlandırmak için midir bilinmez- nemleniyor kirpikleri. Omuzlarına çöken bu ağırlık da neyin nesi? Kollarını kaldıracak gücü bulamıyor kendinde. Nefesi ciğerlerini doldurmaya yetmiyor sanki tıkanıyor. Ha bir gayret uzanıp son takvim yaprağını da koparıyor ürkek parmaklarıyla. Anılarını, hayallerini, cevapsız sorularını giydirip yalnızlığına, adına ‘umut’ diyor yine…

   Dolabın kapağını açıyor. Aylar öncesinden bugün için özenle hazırladığı kıyafetleri gi-yinmek gelmiyor içinden. Toprak renklerine bürünüyor istemsizce. “Çok mu sade oldum?” diye düşünüyor. Bir iki aksesuarla canlandırıyor görünüşünü. İçindeki bu huzursuzluk neden? Umduğunu bulamamaktan mı korkuyor?

   Hava hâlâ kapalı, yağmur yağdı yağacak. Şemsiyesini alarak gölge gibi süzülüyor kapıdan.

   Sözleştikleri yere geliyor günün ilk ışıklarıyla, her zaman oturdukları masaya yerleşiyor.    

   “Söz verdiğinde tutardın sen” diye fısıldıyor Hayal, son bir umut bekliyor onu… Gözleri yolda, her geleni yüreği ağzında, o bilerek. Beklediği bir türlü gelmek bilmiyor. Akşam oldu olacak…

   Kalkıyor. Yüreğinde yanılgının acısı, başı öne eğik. Gözlerinden sağanak olup yağan geçmişini ayaklarında sürüye sürüye koruluğa doğru yürüyor. Yaprakların nihavent hışırtısına eşlik ediyor dudakları:

   “Taşlara mı döndü kalbin, gelmedin. Aylar geldi geçti, sen gelmez oldun…”

   Ne çok severdi bu hüzünlü Azeri türküsünü. Meğer bir gün kendi acısını dillendirecekmiş bu dizelerle. Yineliyor: “Sen gelmez oldun…”

   Defalarca söylüyor bu cümleyi. Önce yavaş, sonra hızlı, sonra daha da, daha da hızlı tekrarlıyor. Derken kıkırdamaya, ardından yüksek sesle gülmeye başlıyor. Sarı-turuncu hazan renklerini çatlatıp kızıla boyayan kahkahaları sustukça “Sen gelmez oldun” diyor, sonra tekrar ve tekrar gül-devam ediyor. Anıları, ağaçlar, bulutlar, etrafındaki her şey dönüyor. Sendelemeye başlıyor. İyiden iyiye sallanıyor, bir adım, titrek bir adım daha atıyor. Sonunda dizlerinin üzerine çökerek başını semaya kaldırıyor. Gri sözcükler uçuşuyor etrafında. Gözyaşları gökyüzüne doğru mu akıyor? Ellerini uzatıyor, tutamıyor. Sözün bittiği yerde olduğunu anlıyor. Hayata paydos verip susuyor.

   Hayal’in görüntüsü defterin yaprakları arasına gömülerek kayboluyor…



   Günlüğünü özenle kapatıp valize yerleştirdi. Tam o anda, bir zamanlar sevdiği adamın koluna dokunmak için elini uzattığını fark edince ürperip geri çekildi. Hayal’in acı acı baktığı gölge iki büklüm olarak fısıldadı:

   “Sonra?”

   “Sonra ne mi oldu?” diyerek derin bir iç çekti Hayal.
   
   “O gün hava kararmaya yüz tuttuğunda bir salkım söğüdün altında dizlerimin üstünde, kollarımı göğsümde kavuşturmuş, ileri geri sallanırken bulmuşlar beni. Boşluğu deler gibi bakıyormuşum. Uzunca bir zaman hiç konuşmamışım.”

   Pencereye doğru ilerledi.

   “Şu gördüğün bankta” dedi servinin altını işaret ederek “korkularımı azat ettim, keşkelerimi, acabalarımı uğurladım birer birer, hafifledim. Bugün yeni bir başlangıca yürüyorum.”

   Aylarca sessizliğini dinleyen bahçedeki bu vefalı tahta yığınından gözlerini ayırmadan yanı ba-şındaki hayale mırıldandı:

   “Haydi, git şimdi…”