ŞİİRE DOĞRU
ŞİİRE DOĞRU
Burhan KALE
Aristo’ya göre şiir, taklitten ibarettir. Aristo’dan sonrası nihayetsiz tanımlar ile kuşatılmak istenen şiir, her zaman su üzerinde kalmıştır. Bazen bir yaprak bazen de ay ışığı gibi ama hep su üzerinde… Kimsenin onu tutmaya, kuşatmaya gücü yetmemiştir.
Şiir, insanın duygu ve düşüncelerini konu eder. Hayatta olandır şiirde yer alan. Şair, duygulara dil olur. Şiirin aracı sözcüklerdir. Şair dünyayı kelimelerle yeniden kurar. Görülenin ötesinde bir dünyanın varlığını hissettirir. Şair istese de istemese de toplumun önündedir… Bazen rehberlik de eder. Modern zamanların kılavuzudur o…
2016 yılında Şiir Vakti Yayınları’dan gün yüzüne çıkan 3.şiir kitabım “Bende Saklı”da yer alan şiirler çerçevesinde şiir yazarken şairin şiir halinden bahsetmek istiyorum. Bunu yaparken yer yer edebiyatımıza damga vuran büyük şairlerin şiirlerinden bir dal gibi tutunacağım yoksa düşebilirim ne de olsa şiir üzerine söz söylemek ateşe elini sokmakla benzerlikleri var…
“insanım;/acı tatlı anlarım…/bir de şair yanım,/kelimelerle çizdiğim gökkuşağım… /beyazım;/geceleri gün rengine boyarım,/deniz feneri değilsem niye varım…/” diye başlıyor “bende saklı”. “bende saklı”da 76 şiir yer almaktadır.
Şiir topluma faydalı olmalı. Şair ne kadar içinde derinleşirse derinleşsin, duygu yoğun yazarsa yazsın söylediklerinin insana faydası olması gerekir. Bu fayda hayata katılacak olumlu ve artı değerlerdir.
Kelimeler şiir dünyasının renkleridir. Kelimesiz kalınca, gözlerin ışığı anlamını yitirir. Cümleler hayatından uçup gider, kitaplar akılları ve yürekleri teslim alanların esareti altında ön ve arka kapak arasındaki karalamalar olarak kalır.
Karanfil şiirinde Ahmet HAŞİM “Yârin dudağından getirilmiş/ Bir katre alevdir bu karanfil,/ Ruhum acısından bunu bildi./ Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer/ Kızgın kokusundan kelebekler,/ Gönlüm ona pervane kesildi./”der. Herkesin bu şiirden devşireceği bir güzellik vardır. Anlam şairde saklıdır gerçi fakat okuyucu değişik anlamlar yükler şiire. Sizce Haşim’in karanfil görünce mi yârin dudağı aklına geldi yoksa yârin dudağı mı ona karanfili düşündürdü sanki öyledir bunu bir katre alev hissettiriyor bana. Ruhu acısından bunu bildiğine göre acı vermeye karanfilden dudaklar daha yakın olsa gerek. Genellikle olduğu gibi şiir ilk dizede yazılmış burada. “kızgın kokusunda kelebekler” dizesi yeni anlamlar da yüklesem pek şairane gelmez bana oysa gönlünün ona pervane kesilmesi şairin söylemek istediğini sona bıraktığını gösterirken oldukça dokunaklıdır…
A. Haşim’in der ki “Şiirler var ki sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtapla gölgelenir, güneşin ziyasında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzaktan gelen bir çoban kavalını veya bir bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz öğlelerin hararetinde taşıdığımız o ağır ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şiirler mânâlarını kâriin ruhundan alan şiirlerdir.” En güzel şiirlerin anlamlarını okuyucunun ruhundan alan şiirler olması ne büyük bir çıkmazdır, üstelik anlamın şiirdeki yeri her şey değilken…
Üniversiteyi bitiren ve bu yaşına kadar hiç kitap okumadığını söyleyen bir yığın insan var ülkemizde…
Kimin için yazacağız o halde. Kendi yolculuğumuzu ve düşlerimizi, isyanımızı ve suskunluğumuzu, saklımızı ve derinliğimizi, ayrıca hikâyemizi yazmalıyız. Bu nedenle ilk kitabımın adı “ Yol Düşlerim” İkinci kitabımın adı “ Suskunluğum” üçüncü kitabımın adı “Bende Saklı” oldu. Üzerinde çalıştığım yeni kitabımın adını “Derin Hikâye” olarak düşünüyorum. Bunu neden anlatıyorum çünkü şiir sensin ve senden parçadır. Topluma mal olursa şiir senin önüne geçer. Sen istediğin kadar kendini kutsa dur, toplum şiiri alır seni bir kenara bırakır… Aslında kendini tüketirsin şiirde fakat bunu yaparken şiiri yakalayabilirsen insanlığa verdiğin ödül seni fanilikten çıkarır… Pekii şairin amacı bu mudur?
Bu noktada Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’e yönelmeliyiz, Çile’de ne diyor “Kaçır beni âhenk, al beni birlik;/ Artık barınamam gölge varlıkta./ Ver cüceye, onun olsun şairlik, /Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta./” … Çile, N. Fazıl’ın hem şiirinin hem de şiir kitabının adı… Şiirle çile eş anlamlı kullanılmış hissi oluşturur bende… Her zaman söyleneni biraz değiştirip söylemek istiyorum; yazalım fakat okumayı ihmal etmeden… Yazmak içimizden filizlenip çıkacak ve kitap ağacına dönüşecek o tohumu beslemek demektir. Okumak o tohumun çatlayıp büyümesi için şart olduğuna göre yazdıkça okuma ihtiyacı artacaktır…
Sonsuzluktaki ahenge ulaşan Üstad’ın ahenkteki sonsuzluğu ıskalamadığı açıktır… O’nun poetikasında “… ulvi idrak memuriyetinin mazharı şair, memuriyetini bizzat şuurlaştıramayınca” yani “… üstün idrak kıvamına erişemeyince…” duygu planında sabit, çakılı kalmaktadır. Yine Üstad’ın ifadesiyle “Böyleleri de ehramın kaidesiyle zirvesi arasındaki mesafe farkına eş, şair kalabalığının yüzde doksan dokuzudur.” Ehram, piramit demektir. Üstad, arının bal yapması fakat nasıl yaptığını izah edememesi ve ağaçtan düşen elmanın yer çekimi kanunundan haberi olmaması ile şairi ifade etmiştir.
Üstad, şiiri mutlak hakikati arama işi olarak görmektedir. Şair bunu yaparken eşya ve hadiseler arasındaki en mahrem yerleri, bütün mantık yasaklarına rağmen, tutacak karşılaştıracak ve mutlak hakikate ulaşacaktır. Bütün mevcudat mutlak hakikatin çekim gücünün etkisindedir. Şiirin mutlak hakikati ararken geçtiği yol bir yerde kıldan incedir herkes bu yoldan geçemez o halde şiiri gerçek söyleyen ya da gerçek şiiri söyleyen kılavuzlardır şair. Şiir, beş duyumuzun algıladığı her şeyin ötesinde en ulaşılmaz noktayı sonsuz ve hudutsuz aramaktır. Mutlak hakikat Allah’tır. Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir. Yani inanan da inanmayan da O’nu arar şiirin o ince, patika, keskin virajlı yollarında… Şiirde başlıca iki büyük unsur vardır: his, fikir… Yani duygu, düşünce olmalı şiirde… Bu ikisi arasındaki med-cezirden şiir doğar… Sanat; his fikir olmaya, fikir de his olmaya doğru kıvrımlaşmaya başlayınca, kıvrımlar arasındaki halkaların içinde karargâhını kuruyor Üstad’a göre… Şiirin ana maddesi duygu, şiire en uzak şey düşünce, bunlar şairin üstün idrakiyle iç içe şiiri meydana getirir. Hidrojen ve oksijenin bir araya gelip suyu oluşturmasındaki sır; şiir işte bu…
Şiirin nasıl yapılacağını nasıl yazılmayacağı yoluyla anlatan Mayakowski’nin çalışması tabiri caizse şiire amacının aksine bir iskelet oluşturmaktan öteye gidememiştir. Şairin kendi poetik kaidelerini ortaya koyan kişi olduğunu belirten Mayakowski elbette yeni bir şey söylemiştir. Bu bakımdan şiirin ne kadar gerekli olduğunu anlatmamız gerekir. Yenilik zorunludur. Evet, yeni şeyler söylemek gerekir. Bununsa beş yolu var ona göre: Sosyal beklenti, sınıf sezgisinin tutturulması, sözcük dağarcığının geniş olması, üretim aletleri nedir -bunlar saymakla bitmese de- yazdığın şiirlerin okuyucu ile buluşması. Sonuncu ise beceri ve yetenek ile yöntem teknikleri. Beceri yeteneği yıllarca her gün çalışarak kazanılan sınırsız bireysellik; kafiye, vezinler, imge, tarzın kazanılması, heyecan, bitiş, başlık, taslak diye özetlenebilir.
Bu noktada yeniden Üstada dönmek gerekir; O şiiri Mutlak Hakikat’a ulaşmanın en kıymetli vasıtası görürken, şekil ve kalıbın mananın iskeleti olduğu belirtir. Ancak şiire baktığımız zaman ondaki şekli görüyorsak o şiir değildir. İnsanın bedeni iskeleti üzerine büyük bir sanatla ustalıkla giydirilmiştir. Her insanı farklı görürüz baktığımızda o nakışları değil sade kütüğü yani iskeleti görsek bundan hangimiz hoşlanırız. Üstad şiirini kütük üzerine o kadar güzel nakşetmiştir ki “Ne hasta bekler sabahı/ Ne taze ölüyü mezar/Ne de Şeytan bir günahı/Seni beklediğim kadar.” Derken hangimiz şiirin hangi ölçüde yazıldığını düşünürüz… Üstad’a göre; “Şiirde dış şekle bağlı bir de iç şekil mevcut… Serbest şiirin gayesi, dış şekli yıkıp bu iç şekli billurlaştırmaksa da, mekânsız zaman gibi dış perde gergefini kurmadan iç manayı nakışlandırmak muhal...” Buradan O’nun serbest şiire karşı olduğu anlamını çıkaranlar olsa da ben öyle olduğunu düşünmüyorum…
Günümüzdeki serbest şiir ve şiirimizin aldığı yol bana, şiirin bedenden ziyade ruha yakın olduğunu haykırıyor. Mademki şiirin kaynağı düşünce ve his, ziyadesiyle de his o halde “Bende Saklı”da yer alan Güvercinler ve Sen şiirini inceleyelim “güvercinler ve gözlerin,/ kahve telvesi keder,/ yaşamak kirpiklerinden hüzne dokunmak/ utandırmadan utanarak elinden tutmak bir yetimin…/ güvercinler ve ellerin,/ soğuk saçaklarında evlerin,/ sarkıt sarkıt buz küçücük yüreğin,/ devasa bir cadde,/ süslü bir vitrin,/ kâğıttan gemilerin sığınağı ellerin…/ güvercinler ve saçların,/ kor düşer alnına tel tel,/ samanyolu pırıl pırıl sokağında açların,/ nehir ki sonsuz çile sarmalı,/ ey Demirkazık nerededir kuzeyin güneyin?/ güvercinler ve sözlerin,/ suskunluğun, yolda düşlerin, şiirin,/ kırık dalda büyülü kanatların…/ hani karanlık geceye ay olacaktın,/ hani yıldız yıldızdı gözlerin,/ kimse duymasın, hani şairdin?/” Dize sonlarında yer alan hangi sözcükler kafiyeli arkadaşlar? Şiirin uyumu kafiyededir fakat sadece kafiyede değildir. Şiirde bir ritim, iç ses, ses özellikleri, ruhumuza hitap eden nice gizler vardı. Bunları neden kullanmayalım? Önemli olan ehramın tepe noktasına olan yolculuğumuz.
Şiir gaye değil fakat iyi şiir gaye olmalı… Maddi âlemde de en iyi yerlere en güzel araçlarla daha çabuk gidilir. Şiiri sadece araç görüp de onu değersizleştirmeyelim. Bazıları şairin başkalarının dertleri ile beslendiğini iddia eder. Hâlbuki modern dünyada şairdir insana erdemi öğreten. Şiirin farkındalığı hakkın yanında olması, mazlumun yanında durması ve dünyayı merhamet zeminine oturtmasıdır.
Şair, dünyayı merhametten yoksun ancak merhamete muhtaç bir yer olarak görür. Şehirlerin çocuk sesleriyle güzelleştiği gibi şair de sevgi içinde oldukça yaşar… Yine Üstad’ın belirttiği gibi şair bir kürsü sahibidir. O’nun davası vardır. O halde söyleyecek sözü olan insandır o.
Yüreğinde saklıdır şiir; Saklı Şiir. “Yeşil yaprak, kuru dal,/ Yüreğim kök saldığın ağaç…/ Canım, bulutlarında saklı…/ Gitme n’olur biraz kal…/ Düşlerim, gözlerine aç,/ Susuz, umutlarında saklı…/ Uzaklara uzan, dal…/ Yollarım, yiğidine muhtaç,/ Kutlu atlarında saklı…/ Deniz durgun, küçük sal/ İçindeyim. Ey, Sertaç!/ Ufuk kanatlarında saklı…/”Millet kahramanlarına yazdım bu şiiri. Onların üzerine maneviyat kanadını açan Peygamber Efendimize ithaf ettim…
Serdarımız da sertacımız da gönlümüzün sultanı da O’dur…
Ayrı bir husus da olsa Batı kendi dini değerleri ile sanatını geliştirmiştir. Tolstoy’a göre kocasının âşık olduğu bir kadının süslenmesine gerek yoktur. Sahte sanat ise süslü bir sokak kadınıdır. Gerçek ve sahte sanatın hayata katkılarını o bakımdan ele alır. Şiire dönersek; Cahit Sıtkı TARANCI şiirini duyguların ele alınış biçimi yani söyleyiş bakımından önemsiyorum. Cahit Sıtkı da bir Fransız şairi olan Baudelaire’den ele aldığı temalar bakımından değil, söyleyiş bakımından etkilenmiştir. Hatta hayatını ondan yani Baudelaire’den önce ve sonra diye ikiye ayıracak kadar. (Bakınız Prof. Dr. Olcay Önertoy- Cahit Sıtkı TARANCI’NIN ŞİİR ANLAYIŞI Sf-2)
Cahit Sıtkı TARANCI gibi hangimiz memleket istemeyiz. “Memleket isterim/Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;/Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim/Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;/Kardeş kavgasına bir nihayet olsun./Memleket isterim/Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;/Kış günü herkesin evi barkı olsun./Memleket isterim/Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;/Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”
Faruk Nafiz ÇAmlıbel, benim için, daha çocukken başka bir şehirde yatılı okulda okuma deneyimini yaşamak zorunda kaldığımda yol arkadaşlığı eden bir ozandır. Han Duvarları şiiriyle ışıklar söndükten sonra kafamın içinde gönlümün müstesna bir yerinde dertleştiğim arkadaşımdır. O yaşta gurbetle tanışan bir çocuk için şu dizelerde sihir yok mudur sizce; Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,/Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri./Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,/Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;/"Gönlümü çekse de yârin hayali/Aşmaya kudretim yetmez cibali/Yolcuyum bir kuru yaprak misali/Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Biraz da masal tadı var sanki değil mi? İşte püf noktası burası olsa gerek. Biz bir zamanlar çocuktuk. Önce ninnilerle uyuduk sonra masallarla büyüdük… Bu söylem bir yerde şiirin macerasıyla da örtüşür.
İnsanlığın tanıştığı ilk şiirler muhtemelen annelerin bebeklerini sakinleştirmek ve uyutmak için söyledikleri ninnilerdir. Şiirin kalbe dokunan yanı da oradan gelmektedir. Biraz düşünürsek anlarız ki ruhumuzda o ninnilerin tadı vardır. Bununla beraber çocukken dinlediğimiz masalların gerçeğin duvarına çarpmasıyla nasıl paramparça olduğunu deneyimlerimizle gördük…
İşte bu nedenle kendi şiirimizi oluşturmalıyız. Bizden önceki yolculukların, düşlerin, imgelerin ulaşamadığı yeni yerler keşfetmeliyiz. Çünkü öncekilerin yaşamadığı modern zamanın çeşit çeşit yalnızlıkları, soyutlamaları, insanın önemsizleşmesi, duyguların bile tüketim malzemesine dönüştürülmesi, kentin kişinin önüne geçmesi, kişinin kentte tükenmesi tarihte örnekleri pek görülmeyen olgulardır.
Belki de bu nedenle Sezai KARAKOÇ “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz/”der ve devam eder “Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz/Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı/Günlere geldim bunu bana öğretmediniz/Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı/Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim/Bunu bana söylemediniz/İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler/Bunu bana öğretmediniz/Kardeşim İbrahim bana mermer putları/Nasıl devireceğimi öğretmişti/Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım/Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğim öğretmediniz/Bir kentten daha geçtim/Buğdayları yakıyorlardı/Yedikleri pirinçti/Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı/Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı/Pirinçler gibi çoğalıyorlardı/Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum/Öpüp çıkıp gittim yelelerini/”
Ne kadar da manidar Bir kentten daha geçtim dize-siye başlayan ve bu dizelerle Hızır’ı içselleştirdiği anlaşılan şairin artık tek başına geleneksel zamanların şehirlerinden günümüzün kentlerine seyahati… Üstelik dokunaklı da… buğdayları yakıp, pirinçleri yemeleri kentin insanının aynı tip haline gelmesi, birbirinden farkını ortaya koyamaması ve pirinçler gibi çoğalması sonucu şair sadece kentin atlarını cana yakın bulup yelelerinden öpüp çıktığını söylüyor… Aslında at falan yok kentte yelesini öptüğü de insan hem de kentin insanı…
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA deyince aklıma inceden inceye yağan kar altında kağnısıyla cepheye mermi taşıyan zayıf, çelimsiz ancak çelik gibi bir iradeye sahip Elif isminde, ismi gibi dosdoğru Anadolu kadını gelir ve sonra “Yediyordu Elif kağnısını,/Kara geceden geceden./Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,/Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,/İnliyordu dağın ardı yasla,/Her bir heceden heceden./” Ancak elleri öpülesi cepheye mermi taşıyan o destansı kadınlardan
Cahit KÜLEBİ’nin Ağız, dil vermeyen köylüler içinde yer olan o suskun kadınları o dönem için daha gerçekçi gelir bana… “Sıvas yollarında geceleri/ Katar katar kağnılar gider/ Tekerleri meşeden./ Ağız dil vermeyen köylüler/ Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?/ Ağır ağır kağnılar gider/ Sıvas yollarında geceleri.” Ben o kağnıları resmederim gözlerimde… Sanki bu şiir yazılmasa o kağnılar gitmeyecek gibi gelir bana…
Cahit KÜLEBİ, Dost şiirinde “Bir gece habersiz bize gel/ Merdivenler gıcırdamasın/ Öyle yorgunum ki hiç sorma/ Sen halimden anlarsın/ Sabahlara kadar oturup konuşalım/ Kimse duymasın/ Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız/ Dokunarak uçalım./ insanlardan buz gibi soğudum,/ işte yalnız sen varsın/ Öyle halsizim ki hiç sorma/ Anlarsın./” Bu şiirler insanımızın hoşuna gider. Neden dersiniz? Bir kere yorgun olmayanımız yoktur. İkincisi halimizden anlayacak birilerinin olduğunu sanırız, olmadığını bilsek bile…
Üçüncüsü, birileri ile konuşmaya ihtiyaç duyarız, ancak bunu zayıflık görürüz. Dördüncüsü, kimse duymasın dediğimiz ondan. Beşincisi, ümidimizi hiç yitirmeyiz, mavi gökyüzümüz kalmadığı an biteriz… Kanadımızdan başka güvencemiz de yoktur. Ya uçurumdan düşeceğiz ya da uçmayı öğreneceğiz… Yalnız sen varsın derken kendini ele verir şair, olan kendinden başkası değildir. Dost, kimsenin seni umursamamasından doğan bir şiirdir, öyle gelir bana. Çocukluğumun geçtiği mahallede suskun kadınlar görmüştüm, kimi zaman gözü yaşlı…
Annem mahallenin büyüğü olduğundan ona sığınırlardı adeta… Büyüdükçe, o zaman anladığımı yanlış anladığımı anladıkça, suskunluğun nasıl bir feryat olduğunu fark ettim.
Mehmet Emin YURDAKUL’un “Şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”dediği hatırıma geldi ve Bende Saklı da O Bendim dedim “o bendim kapıları zorlayan,/ kapılar önünde ben, ardında sen kaldın,/ ey! gözleri boncuk;/ yılmış, yıkılmış çocuk…/ o bendim sokakta tekmelenen,/ kadınlık gururun değildi yerlerde sürünen,/ oysa ne kadar tanıdıktı adın,/ ey! dövülen, vurulan kadın…/” Aslında şairi anlayan yok şiiri yazdıran da bu yokluk zaten…
Şairin yalnızlaştığı yerde gökyüzü genişlemektedir. Üstad’ın “Ufak pencerecik küçük daracık/Dünyaya kapalı Allah’a açık” yine “Beni kimsecikler okşamaz madem/Öp beni alnımdan sen öp seccadem” dizeleri şiirin nasıl zapt edilemez bir yanı olduğunu gösteriyor aynı zamanda…
Yavuz Bülent BAKİLER’in Cebeci Camiinde ezan oku-nur diye başlayan şiiri ne zaman ezan okunsa aklıma fakir fukarayı getirir. Sonra da Bakiler’in şu dizeleri çarpar beni “unuttum gözyaşı döken kadını/ördüm gerçek aşkın ruh mihrabını/bir yay gibi gerdim göğe adını/gönül kubbem artık alemsiz değil!/benim neme gerek yıldız, dolu-nay/rahatlığa paydos, çileye hayhay/ne kuştüyü yatak ne ruhsuz saray/günlerim İbrahim Etem'siz değil!/açılın açılın kalabalıklar/içerim zemheri, dışarım bahar/bir alev halinde geçtiğim yollar/Hallac-ı Mansur'suz, Keremsiz değil!/uzakların daha uzaklarına/büyük zaferlerin nur tabakalarına/seni yazdım ebemkuşaklarına/ellerim çaresiz, kalemsiz değil!” der…
Demek ki elimizde kalem varsa çaresiz değiliz… Ahmet ARİF, Hasretinden Prangalar Eskitse de kim-senin haberi olmayacaktı ne prangalardan ne sonsuz aşkından dağarcığında şiirinde yer alan sözcükler olmasaydı… Ya da o sözcükleri kıvamına getireceği yüreğe sahip olmasaydı… Şiirin bir hal olduğu da göz ardı edilemez… İnsanın çaresiz kalabilir, eli kolu bağlanabilir bir yerde ancak onun vicdanı, yüreği esir alınamaz…
Şiirler, özgürlük türküleridir. “Utanırım,/Utanırım fukaralıktan,/Ele güne karşı çıplak…/Üşür fidelerim,/Harmanım kesat. / Kardeşliğin, çalışmanın, /Beraberliğin,/Atom güllerinin katmer açtığı,/ Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,/ Kalmışım bir başıma,/ Bir başıma ve uzak./Biliyor musun?” Bilinmesi için yazılır ya her şey…
Muhsin İlyas SUBAŞI’nın bir şiiri ile devam edelim. Önemli çünkü şiir ile şiiri anlatıyor. “Ruhlar yaratılırken verilen ilk berattır,/Ninniden ağıtlara, kanatlanmış tek attır... / O, ruh yangınımızdır, o, yüreğin dilidir,/Duygu coğrafyamızı kucaklayan serhattır./Hileye izin vermez, kim demiş ki dağ delmez:/ Hayâl iklimimize yollar açan Ferhat’tır!/Cephelerde kendine güvenin coşkusu-dur,/Düşman saldırısında geçilmeyen tek hattır./Sevdâ iklimimizin çileli yollarında,/Teslim olup geçilen bir incecik sırattır./Aşkların saf gülüdür, hasretin bülbülüdür,/Gönlü gönle bağlayan bir ilâhî fırsattır./Yorgun sırdaşlarıdır şairler gecelerin,/Bu dil, onlara göre bir sihirli murattır! ../Mısralar şairini yücelten bir kanattır,/Şiiri yazmak kadar okumak da sanattır! İlk berat olması sözün insana bahşedilmesi olsa gerek…
At örneği şiirin yolculuğunun kıyamete kadar süreceğini de gösteriyor. Şiirin ruh yangını ve yüreğin dili olarak görülmesi kaynağının duygu olduğunu hissettiriyor. Ferhat’ta o aşk olmasa dağları delebilir miydi? Yani derdimiz olacak, içimiz dolu olacak… Saman alevi gibi duygulanmalarla yazılacak şiirler kalıcı olmayacaktır… Cephelerde geçilmeyen tek hat olmasına gelince “Ey Şehit oğlu şehit isteme benden makber/Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber” diye Akif’in ruhumuza kazıdığı dizeler herkesin kaçtığı yerde Türk askerinin ayağını sabit tutuyor… Yani imana dil olan dizeler…
Şiir aynı zamanda aşktır, Miraç’ta buradan ötesine aşk ile geçilir denilen hal aşkın şiiri nerelere götürebileceğini de belirtir. Şair dizeleriyle yücelmektedir, o halde dizelerimiz başlı başına kuvvetli olmalı…
Yaşar Nabi NAYIR, Son Kumaş şiirinde gerçekten bir meşale yakmış; “Görmedim ilham atını/ Ben bu şiir sanatını/ Bir deli kızdan okudum/Sanatı öğretti bana/ Ben de bu tezgâhtan ona/ Türlü kumaşlar dokudum/Altı buçuk yıl emeğim/ Gönlüm, elim, gözbebeğim/ Eskidi sırtında bütün/Tam gözü doldurduğu gün/ Sevgiden almış gibi hız/ Ansızın evlendi o kız/İstedim ünler salacak/ Bir yaman örnekli duvak/ Örmek o ruhum geline/Ay ışığından bir ipek/ Gamla beraber bükerek/ Taktım ömür iğnesine/İğneyi ilkin derime/ Sonra çürük gözlerime/ Saplayarak, titremeden/İşledim üç günde bakın/ Solmuş ümit yaprağının/ Üstüne her duygumu ben/Sanatım ermişti sona/ Gitti merasimle ona/ Ellerimin son hüneri/İşte o kızdan bu kumaş/ Her yanı kıpkırmızı yaş/ Ertesi gün geldi geri/”
Şairin nasıl ıstırapla yazdığı dikkatimizden kaçmamıştır sanırım. Başta dediğimiz gibi şiirin kaynağı duygularımız…