PAZAR OLA! DAİMA


PAZAR OLA! DAİMA


Zehra Meral KONŞUK İVECAN




   Pazarların; kabalığın hudutlarında dolanıp durmasına rağmen her daim samimiyet sahasına dönen havasını severim. Çünkü görmeyi bilenler için o kargaşanın arasında aslında sandığımızdan çok daha fazla “biz” var.

   Modern kültürün, bizi ayakta tutan değişim rüzgârlarına kendini çok da kaptırmayan birkaç kültürel parçamızdan biridir sanırım, bu özel alanlar. Her ne kadar, artık yollara kurulup o günkü trafiği felç etme riski ortadan kaldırılsa ve belediyeler pazarcıları, onlar için yaptığı, özel alanlara toplasa da genel konsepti aynı kaldı bence. Bunu nereden biliyorum: çünkü hala pazar alışverişi için evden çıktığımda, attığım her adımda, küçülüyorum küçülüyorum. Ta ki; çocukluğumda babamın da dâhil olduğu tastamam ailemle gittiğim o pazarların vaktine sabitlenene kadar. Ne kadar önemli bir şeydi bizim için ki annem üzerlerimizi değiştirir bizi hazırlardı en son kendisi pardösüsünü giyer eşarbını o günlerin fiks ev hanımı-anne görüntüsüne uygun boynunun önünde düğüm atarak bağlar ve çıkmaya hazır olurduk. Gözle görülür bir heyecanla, ablalarımla adeta en önde yürüme yarışı yapardık. Babamın tatlı sert:”Gene Çavuşlar öne geçti!” eleştirisi sanki iltifat almışız gibi hoşumuza giderdi. Hani umursamadığımdan değil; çocuk aklıyla, bunun gerçekten güzel bir şey olduğunu sandığımdandı.

   Küçücük bedenime devasa gelen bir alanda, ortadan kaldırımla bölünmüş geniş bir caddenin her iki şeridine de kurulan şenlikli bir panayır alanı gibiydi ve ben o bağırış çağırışı, kargaşayı, eşya, yiyecek ve insan selini hiçbir detayı kaçırmak istemiyormuşçasına deli bir heyecanla takip ederdim. İşte bu yüzden bu yaşımda bile beni tatlı günlere götürebilen pazarları seviyorum.

   Normalde, medenileşemememizin göstergelerinden biri olarak algıladığım, sadece alışveriş ilişkisi içinde olduğunuz insanların, size “Hanım abla, yenge vs” tarzında, sanki kırk yıllık ahbabınız gibi senli benli hitaplarından hoşlanmam. Ama pazarlarda bu bile bana önemsiz geliyor hatta “Siz ya da hanımefendi” denilse garipseyeceğim hissine kapılıyorum. Küçüklüğümden beri ön tarafa en güzel meyve sebzeleri dizip arkaya daha düşük kalite olanları koyma alışkanlığı bile devam ediyor. Bu konuda değişen tek şey eskiden pazarcıların “Ayıp ettin şimdi hanım abla! Bizde hile hurda olmaz! Şu pazarı baştanbaşa dolaş, bu kalitede bu fiyata mal bulursan gel yüzüme tükür!” nevinden ikna etme çabaları, günümüzde, arsız bir şekilde “Sana hep güzelini verirsem bana ne kalacak ya da hep iyisini sana verirsem kalanını kime satacağım” açık sözlüğüne dönüşmüş durumda. Bu durumun değişmeyen yönü ise; eve dönüldüğünde, eskiden annemin şimdiyse benim kurduğumuz: “O kadar da baktım hangi ara hangi dere doldurdu bu kötüleri içine” cümlesi. Bence, bu pazarcılar, Sihirbazlardan göz boyama dersleri alıyorlar; yoksa pürdikkat bakmamıza rağmen poşetlere bir iki tane çürüğü nasıl doldurabilirler ki? Gene yaptı yapacağını diyoruz ama bir yanımızla da vazgeçemiyoruz. Demek ki bizleri oraya çeken bir sihir var ortamda.

   Onlarca gürültü, komik bir tezatla, terapi gibi geliyor insana. Bir tarafta, malının en ucuz ama en kaliteli olduğunu vurgulayanlar; diğer tarafta, ünlülerin bile çaktırmadan gelip kendisinden alışveriş yaptığını iddia eden kıyafet satıcıları; öbür yanda, teşbih sanatının en güzel örneklerini değme edebiyatçılara taş çıkartırcasına vererek malını teşhir edenler benim için halen renkli güzel ve inanılmaz derecede çekici bir dünya! Çünkü eksi ile Gediği ile sevabıyla günahıyla bize ait bir alan kültürümüzün bir parçası ve hiçbir noktasında yapaylık kokmuyor.

   Pazarcıların rahat tavırları, pazar müşterilerine de hızla sirayet eder. Öyle ki daha uzun boylu müşterilerden biri arka taraftaki malzeme nasıl diye uzanıp baktıysa yanındakiler tarafından hemen sorguya çekilir:”Güzel mi? Bak sana güvenip alıyorum ona göre” “İyice baktın mı, yoksa bunlar aşağı tarafa da kasayı koyup oradan halleder işi” tarzında, sanki bakan kişi onları da bilgilendirmeye mecburmuş gibi ya da daha önce hiç görmedikleri bu insan kendilerini kandırmayacakmış gibi kurulan teklifsiz cümlelerdir bunlar. Başka bir yanda alışverişini yapan kişi çevredeki teyzeler tarafından itinayla dürtülerek: “Bak hele! Ne kadar diyor kilosuna?” sorusuna her daim maruz kalabilir. Teyzeler tarafından pazarcılar, nasihat arası uyarıdan da nasibini bolca alırlar:"İyice ver evladım. Bah bidaakine gelip senden alırım iyi mi misafirim gelecek bah beni mahcup itme sana da bol bol dua iderim ha! Benim duam da bedduam da tutar dirler karışmam!" Benim bir kulağım, daima; sanal bir ortam oluşturulmuş, gerçeklikten bir hayli uzak yeni düzen AVM’lerde asla bulamayacağınız, bu tatlılık ve samimiyet bürünmüş sohbetlerdedir. Çünkü bu sohbetler Anadolu’ya has bir samimiyet ve sıcaklık ve yine Anadolu’ya has bir ağızla yoğrulmuş her şeyiyle biz kokan, beğenmiyormuş pozları versek de içten içe sevmekten kendimizi alamadığımız anlarımızı temsil ediyor. Belki de, hani zamanında hiç acımadan, kat karşılığında betonlaşma ilahlarına büyük bir iştahla kurban verdiğimiz mahalle kültürünün özlemini, bir parça da olsa, pazarlardaki ayaküstü sohbetlerle giderdiğimiz için seviyoruzdur oraları kim bilir?