HÜRRİYET


HÜRRİYET



- Dedem Salih DEMİRCİOĞLU ve ömrü cezaevinde geçmiş bütün kader mahkumlarına…. 



Emine ÇOBAN



   Nerden başlayacağımı ya da tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum. Belki de bu işe hiç kalkışmamalıydım ama kafamda birleşen kelimeler ısrarla bunu yazmamı söylüyor. Hani her öykü kelimelerin evliliklerinden oluşur ya benim kelimelerim de adeta bizi evlendir diye yalvarıyor diyebilirim. Aslında ilk kelimeden sonra her şey sanki fitilinin ateşlenmesini bekleyen bir dinamit hızında gelişiyor ama önemli olan fitili ateşleyecek güçte bir ateş yakmak sanırım. Her neyse yeterince aydınlandıysak ben ilk kibriti yakıyorum…

   Gözlerini sımsıkı kapattı ve elindeki mektubu sanki onu yok etmeye çalışan bir sihirbaz edasıyla avucunda yuvarladı. Sıktı, sıktı ama mektup hala oradaydı içindeki kelimelerin ağırlığı insanın göğsüne oturmuş bir öküzden daha fazla baskı yaparcasına işliyordu beynine. Bir kâğıt parçası ne kadar ağır olabilirdi ki? Ağırdı işte; gözlerine baskı yapan gözyaşları kadar, boğazında takılıp kalan yumru kadar, beyninde zonklayan düşünceler kadar ağırdı.

   Ne ağladı ne de yaşam belirtisi gösterdi, koğuşun ortasında öylece durdu ve ağır kelimeleriyle bakıştı. Şimdiye dek aldığı acı mektuplarını sıralıyordu beyninde. Babasının öldüğünü haykıran mektup, ilk bebeğinin umut ışığım dediği oğlunun daha doğum haberini almadan ölüm haberini aldığı mektup ama hayır hiçbirinin kelimeleri bu kadar ağır değildi.

   Mektupta ne yazdığını bilmiyorum, aslına bakarsanız hiç kimse bilmiyor. O mektup o gün ilginç bir şekilde kahramanın elinde kayboldu, tıpkı bir sihirbazın mendili kaybetmesi gibi…

   O gece gökyüzünü özlediğini iliklerine kadar hissetti. Koğuşun küflü tavanı yerine yıldızlı gökyüzü ve hafif bahar esintisi olduğunu varsaydı aklınca, yanağından süzülen tuzlu gözyaşlarına engel olmadı, yıllardır biri görecek korkusuyla hiç ağlayamamıştı ama bu gece göz pınarlarından kopup gelen ılık damlaların ruhuna işlemesine kirli düşünceleri yıkamasına izin verdi. Nasıl olsa burada onu kimse göremezdi. Bir anda çocukken annesinin “neyi çok sevip değerini bilmezsen tanrı ilk onu alır elinden” deyişi geldi aklına. O çok sevdiği hürriyetinin kıymetini hiç bilmemişti. Yanlış adamlara dostum deyip dostluğun kıymetini bilmemişti. Sevdiği kadına bir gün olsun seviyorum demeyip aşkın kıymetini bilmemişti. Bir an içinden anne diye bağırmak geldi; “Anne, bu hayat bana hiç adil davranmıyor.” ama bir yandan da biliyordu hayatın nasıl davranırsa ona öyle davrandığını, bilmek de istemiyordu artık. Bildiği her şey ağır gelmeye başlamıştı. Kırk yılda edindiği tecrübeler bir Akupunktur iğnesi gibi sinirlerini yokluyordu. Yorgun gözyaşları kirli gömleğinin yakasında birikmişti. Ne çok ağlayamamıştı şimdiye kadar. Erkek adam ağlamaz diye diye duygusuz bir psikopata dönüşmüştü yıllar içinde ve şu an biraz da ağlayamadıklarına ağlıyordu. Bütün kederlenin şerefine kaynıyordu damlalar göz pınarlarından.

   Ne çok şeye sahibiz de aslında kıymetini bilmiyoruz di mi? Sonra sahip olduklarımız bir bir elimizden kayarken oyuncağı alınmış bir bebek gibi ağlıyoruz. Tanrı boşuna tokatlamıyor bizi, verdiklerinin kıymetini asla bilmiyoruz. Kafamda kurduğum bu adama sinirleniyorum bu yüzden. Kendi hatalarının bedelini başkaları ödemeli miydi?

   O mektup bir İsa olmuştu ona her şeyin üzerine çizgi çekip milattan sonrasını yaşamaya ant içti kendi kendine. İşe önce kırdıklarından başlayacaktı ve kırgınlık deyince de aklına Cemilesi geliyordu. Gardiyandan bir kâğıt istedi ve yazdı, hayatında ilk defa bir mektuba Cemilem diye başladı, kalbinde ona dair ne varsa yazdı hüznün bir diğer karşılığı olan can yoldaşına. Mektubunu katlayıp zarfa koyarken aklında yalnızca Hürriyeti vardı bir türlü kavuşamadığı Hürriyeti ve doya doya sarılamadığı Cemilesi. Yıllar yılı ne bir karısı olduğu ne de baba olduğu gelmemişti aklına ne çok ihmal etmişti onları. Göğsünde biriken sızıyı yeni yeni hissetmeye başlamıştı ve o yeni anlamıştı baba olduğunu.

   Mektubuna cevap gelmedi uzunca bir süre. Cemileden umudunu kesip hürriyetine kavuşma hayalleri kurmaya başladı en sonunda. Hayat da garip işte tam Cemileden umut kesersin Cemile sana umut bağlar. Gardiyan mektubu nasırlı ellerine tutuşturduğu zaman nerden bilirdi ki koca bir dünyanın sitemini avuçlarına aldığını. Tuzlu gözyaşları mürekkebi silene kadar okudu mektubu. Bir mektup altüst etmişti zaten onu şimdi ise bir mektup yakmıştı taa evvelden kor olmuş gönlünü.

   O gece ve ömrünün kalan diğer gecelerinde bir kez bile kırpmadı gözünü. Hürriyet, Cemilesi ve çok özlediği yıldızlar döndü durdu dimağında. Yine öyle uykusuz bir gecede sonsuza yumdu gözlerini elinde bir parça kâğıt ve üzerinde sarf edemediği son sözleri “Hürriyet koyun adını”…

   Ölümünden on yıl sonra gittim cezaevine, onun öncesinde kızgındım ona. Arşivden son mektuplarını bulup elime verdiklerinde kendime neden buradasın diye sordum? Neden ölü bir adamı tekrar canlandırıyorsun? Uzunca bir süre açıp açmamakta kararsız kaldım ama sonunda bütün mektuplarla tek tek yüzleştim.

   Yazmak çok sonra geldi aklıma zira başka türlü içimde oturmuş yumruyu yok edemezdim. Son cümleye kadar her şey mükemmeldi ta ki onun son sözlerini birde kendi ellerimle yazana kadar. “Hürriyet koyun adını” bu cümle öyle çok yankılandı ki kafamda delirdiğimi bile düşündüm ama yok bunlar benim kendisini tanımama bile izin vermeyen babamın hayatıma yaptığı ilk ve en büyük müdahalenin bende yarattığı etki sadece. Cezaevinin küflü duvarları arasında kanser onu bizden almadan önce son düşündüğü şeyin daha yeni doğmuş minik kızına ne isim koyacağı olduğunu bilmek ve o ilgili kızın ben olduğumu bilmek… Bazen sadece neden o mektupları aldım ki diyorum. Annem son nefesini verene dek neden bana bu ismi koyduğunu söylememişti şimdi neden geçmişin yaralarını deşiyordum ki, neden kabuk bağlamış bir yarayı tekrar kanatıyorum? Annemi daha iyi anlıyorum, sırları var diye küserdim ona ama beni kanatmamak içinmiş bütün sırları. Sanırım tam da bu anda büyüyorsun, anneni anlamaya başladığında.

   Babamı hiçbir zaman merak etmedim ama bazen, özellikle de evde kimse yokken, eski aile albümünü açıp bıyıklı her adama baba gözüyle bakardım. Genelde yakışıklı ve heybetli adamları sahiplenirdim, çocuk aklı işte. Sonra liseye geçtim ve bir kader mahkûmunun kızı olduğumu en acı şekilde anladım artık babam ne o heybetli adamdı gözümde ne de şefkatle gülümsüyordu bana. Sınıfta kimin eşyası kaybolsa bana yavaşça kayan gözler, öğretmenlerimin gözünde oluşan o saçma “sana acıyorum” bakışları. Hepsi ölmüş babasından nefret eden bir kız yarattı içimde. Asla öldüremedim o kızı ve o kız babasını hiç sevemedi. On yıl boyunca adını bile anmadan, rüyalarıma onu görmeyi yasaklayarak yaşadım. Ama bugün bu satırları ona adamışken içimde kabaran pişmanlığı bastıramıyorken, onun ellerini başıma koyup okşayışını, arefe günleri bütün babalar gibi onunda beni alıp çarşıya götürüşünü, bayramda ilk elini öptüğümün o olduğunu yarım yamalak hayal etmeye çalışırken onu inkâr etmem ne mümkün. İnsan görmediği birini özleyemez ya ben şu yaşıma kadar yaşadığım her saniyeyi onu özleyerek geçiririm ve ben Hürriyet babamın en büyük hayali, son sözleriyim.

Yorumlar - Yorum Yaz